Nicedir kapıyı çalan ancak benim her seferinde duymamazlıktan geldiğim, kimine göre fırsat bana göre ise adı özlem olan günlerin bugün ilki bitti. Yol yorgunluğu, şaşkınlık ve uykusuzluk derken nasıl geçti bilemedim ancak düne dair aklımda kalan bir sahneyi buraya not etmek şart.
Sabah kuzularımla vedalaşıp, biraz ağırdan da alarak şirkete giderken Aşık Daimi’nin ne ağlarsın benim zülfü siyahım isimli türküsü dilime takıldı. Dudaklarımı ısırarak yürürken, kendimi telkin edip kestim söylemeyi. Her şey çok güzel olacak, çabucak geçecek diye şirketin kapısından girerken kapıdaki güvenlik görevlisinin aynı ezgiyi ıslıkla çaldığını duydum. Bana mı öyle geliyor acaba diye duraksadım ama hayır, bu da gelir bu da geçer diyordu ıslığında:) Geçer be...
16 Ekim 2018 Salı
17 Ekim 2016 Pazartesi
Yeni Proje
“Memleketimizle dünya
milletleri arasında günden güne artan kültürel ve ekonomik temaslar ve
yurdumuzda büyük bir hızla gelişen iktisadi ve teknik çalışmalar için belli
başlı dünya dillerini hakkıyla öğrenen, ilmi çalışmalardan daha geniş ölçüde
faydalanmasını bilen gençlere şiddetle ihtiyaç hissedilmektedir.”
İşbu sebepten dönemin
Milli Eğitim Bakanlığı; 1955 senesinde benim de mensubu olduğum Kadıköy
Maarif Koleji dahil 6 adet maarif kolejini, yabancı dilde eğitim
yapmak ve yabancı okullara alternatif olmaları gayesiyle yurdun farklı
illerinde hizmete soktu. Bir senesi hazırlık olmak üzere toplam yedi sene
eğitim verilen bu kurumların isimleri, yaklaşık 20 yıl sonra yayınlanan bir
genelge Anadolu Liseleri yapıldı ve sayılarının arttırılmasına
karar verildi.
Dahil olduğum 1991 senesinde,
nakil öğrencilerin önünü keserek okulun kalitesini muhafaza etmek amacıyla
Kadıköy Anadolu Lisesi İngilizce hazırlık eğitimi iki seneye çıkarıldı.
2005-2006 öğretim yılında Anadolu
liselerinde hazırlık sınıfları kaldırıldı. Hazırlık sınıfları
kaldırılırken aynı zamanda yabancı dilde okutulan matematik, fen, biyoloji,
kimya gibi fen derslerinin de birinci yabancı dilde okutulması uygulaması son
buldu. Bu dersler Galatasaray Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi, İstanbul (Erkek)
Lisesi gibi okullar dışında Türkçe okutulmaya başlandı. Kuruluşundan bu yana
hazırlık sınıfı bulunan İstanbul (Erkek), Galatasaray ve Kadıköy Anadolu
liselerindeki 2 yıllık hazırlık sınıfları aynı yıl 1’er yıla indirildi.
2010-2011 öğretim yılında Anadolu liselerinde
birinci yabancı dil dersleri haftada 10 saatten 6
saate düşürüldü.
Mart 2014’te Milli Eğitim Bakanlığı “proje
okul” uygulamasını başlattı.
Eylül 2014’te taban puan şartı aranmaksızın nakil
öğrenciler alındı bu okullara. Önceki yönetmeliğe göre bir okula
nakil yaptırmak isteyen öğrencinin puanı o okulun taban
puanından yüksek olmak zorundaydı ve yerleştirme
puan üstünlüğüne göre yapılıyordu. Taban puan şartı kalktı ve
başvuranlar arasında puan üstünlüğü esas alınarak herkese istediği
okula başvurup nakil yaptırabilme hakkı tanındı.
Temmuz 2015’te belirlenen proje okullara bizzat bakan
onayı ile müdürler atanmaya başlandı. Ardından toplu olarak
öğretmenler görevden alınmaya başlandı.
Haziran 2016’da kamuoyunda ses getiren ilk eylem İstanbul
Erkek mezuniyet töreninde gerçekleşti. Müdürleri konuşurken öğrenciler
sırtlarını dönerek protesto haklarını kullandılar.
1 Eylül 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan
yönetmelik değişikliği ile proje okullarında 8 yılını doldurmuş
yönetici ve öğretmenlerin tayin istemesi, istemeyenlerin de
norm fazlası öğretmen olarak Bakanlığın ihtiyaç duyduğu yerlere
atanması kararı alındı.
Basit bir kronolojiden sonra
eldeki verileri toplama zamanı.
Dolaylı da olsa ilgili
bakanlık bu okulların eğitim seviyelerinin yetersiz olduğunu
yada en iyi niyetli bakış açısı ile bir düşüş eğiliminde olduğunu ve tadil
edilmesi gerektiğini söylüyor. Bundan ötürü proje okulları adı altında yeni bir
düzenleme getiriyor.
Bu okullar başarısız
mı ona da sıra gelecek ancak öncelikle aynı yönetmeliğin proje okullarının belirlenme
kriterleri (Madde 6) altında sıralanmış şu iki tanıma bir bakıp, oksimoron nedir
diye devam edelim.
b) Dezavantajları veya başka bir nedenle beklenen gelişimi
sergileyemeyen okullardan kapsamlı bir gelişim planı hayata geçirmek
üzere seçilmiş olması,
f) Merkezi sınavlarda
kendi türünde başarı ortalamasına göre il genelinde ilk beş dereceye sahip
olması,
Bir okul düşünün ki il
genelinde kendi türünde ilk beş içinde ancak kendinden beklenen gelişimi
sergileyemiyor ve bu sebepten proje okulu olarak belirleniyor. Oksimoron budur.
Gelelim Kadıköy
Anadolu Lisesi özelinde son tahlile ve şu başarısızlık hikayesine.
Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencileri “Proje Okul” kapsamında
öğretmenlerinin başka okullara tayin edilmesine tepki gösterdiler ve oturma
eylemi gerçekleştirerek herhangi bir sınavla ölçülemeyecek iradelerini
ve okul kültürlerini ortaya koydular.
Herhangi bir muhalif
eyleme tahammülü olmayanlar ise 60 senelik eğitim kurumuna TOMA sokarak
kendilerine yakışanı yaptılar.
2013 ve 2014
senelerine ait ve üniversite yerleşimlerini baz alarak okul rehberlik
öğretmenlerinden Coşkun Karabulut tarafından hazırlanan başarı
analizlerine aşağıdaki linklerden erişebilirsiniz.
Bizi uğraştırma diyorsanız ise 2013, 2014, 2015 ve 2016
senelerini kapsayan özet bilgileri ben derledim.
- Okulun
son dört senede üniversiteye öğrenci yerleştirme oranı %90 mertebesinde.
- Yerleşen
her üç öğrenciden biri; İTÜ, Boğaziçi yada ODTÜ’ye
girmiş.
- Her
sene ortalama 40 öğrencisini tıp fakültesine
yollamış.
- Ortalama 55 öğrencisini mühendislik fakültelerine
göndermiş.
- 10 mimar, 20 avukat, 10 diş hekimi adayını ülkenin en iyi okullarına uğurlamış...
Önce hazırlık sınıfları kaldırıldı.
Sonra yabancı dil ders saatleri azaltıldı.
Ardından da okullar arası kalite farklılıklarının ortadan
kaldırılması adı altında aşağıya çekilmeye çalışıldı.
Şimdi sıra öğretmenlere geldi.
28 Mayıs 2015 Perşembe
Şikayetçiyim
Erdoğan Arıkan'ı nasıl bilirsiniz?
Objektif, samimi, dürüst, sahtekar, melek, şeytan...
Varsa bir hükmünüz kendi bileceğiniz iş ama siz yine de şunlara bir bakmadan geçmeyin.
Kendi ifadesi ile "tesadüfen spiker" olan Arıkan, benim ifadem ile ölü maçları dirilten bir futbol spikeridir. Hele radyodan dinliyorsanız, olmazsa olmaz olan ses perdelerini bir açıp bir kapatır ve bazen gölgede bazen ise güneşte bırakır Galeano'nun deyimiyle "futbol dilencilerini".
Hatta bazen o kadar çok heyecanlanır ki bir pozisyona, golü yemek üzere olan dinleyici Fenerbahçeli ise onu Galatasaraylı, aksi durumda ise Fenerbahçeli beller. Ama ben ne kadar eminsem Fenerbahçeli olduğuma, onun da Galatasaraylı olduğuna dair en ufak şüphem yok.(bkn: Bir önceki cümle:)
Buraya kadar yolunda olmayan bir şey yok ama ya sonra...
Sonrası 3 Temmuz.
Kahrolası, hayallerimizi çalan, futbolla ilgilenen ve az biraz kafası çalışan herkesi derinden etkileyen, hala sahneden çekilemeyen bu çirkin oyun, Arıkan'ı da yeni bir pozisyon almaya itti.
Futbolu anlatan adam olmaktan sıyrılıp, o da sahanın dışını yorumlayanlara dahil oldu. Bir yandan endüstriyel futbol karşıtı, alt lig takımlarının dostu kostümünü üzerine uydururken, öte yandan vurun abalıya düsturuyla Fenerbahçe karşıtlığıyla prim kazananlardan oldu.
Çok geriye gitmeden bir örnek ile durumu ortaya koymaya çalışalım şimdi de...
Mart ayı sonunda oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçı, Bilic ve Emre Belözoğlu arasında yaşanan olaylar ve bu konuya ilişkin BJK başkanı Fikret Orman'ın söyledikleri ve sonrasını futbolla ilgilenenler elbette hatırlar ancak yine de özetlemekte fayda var.
Fikret Orman, Emre'ye özetle ahlaksız dedi.
(http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/28543820.asp)
Milli takım kampında bulunan Emre için, kamp yaptıkları yerde küfürlü pankart açıldı. (http://www.milliyet.com.tr/emre-belozoglu-fikret-orman-i-fenerbahce-2034889-skorerhaber/)
Aynı tarihlerde bu konunun da işlendiği ve Erdoğan Arıkan tarafından yönetilen spor programında, diğer iki yorumcu bu ifadenin haddini aştığını ifade etmeye çalışırken, Arıkan müdahil oldu ve Fikret Orman'ın bu konuda haklı olduğunu belirterek, Orman'ı destekler ifadelerde bulundu.
Orman ne demişti? "Emre ahlaksız!"
Arıkan ne dedi? "Fikret Orman haklı."
Çok değil yaklaşık bir hafta sonra, Rize deplasmanından dönen ve kaptan Emre'nin de içinde olduğu Fenerbahçe kafilesine Trabzon il sınırları içinde silahlı saldırı gerçekleştirildi. Otobüs şoförünü hedef alarak yapılan saldırı ile onlarca sporcu katledilmeye çalışıldı.
(http://www.ntvspor.net/haber/futbol/127062/fenerbahce-otobusune-ates-acildi)
Mayıs ayının ortalarına gelindiğinde ise bu sefer kişisel seyahat özgürlüğünü kullanmaya çalışan Emre Belözoğlu'na feribotta iken saldırı gerçekleştirildi. Üzerinde forma yokken ve şahsi arabasının içindeyken.
(http://www.milliyet.com.tr/emre-belozoglu-na-saldiri-fenerbahce-2059348-skorerhaber/)
Arıkan bu konulara ilişkin ne dedi, açıkçası ben ilgilenmedim.
Asıl ilgilendiğim ise,14 Nisan 2011 Perşembe günü Resmi Gazete'de yayımlanan, "Sporda Şiddet Ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun" olarak yazıldığında bir şey ifade etmeyen ancak 6222 dendiği vakit Fenerbahçe şike yaptı diye tamamlanan tekerleme.
İşine gelene yaptırımları olan bu kanunun 22. maddesi şu şekilde;
Objektif, samimi, dürüst, sahtekar, melek, şeytan...
Varsa bir hükmünüz kendi bileceğiniz iş ama siz yine de şunlara bir bakmadan geçmeyin.
Kendi ifadesi ile "tesadüfen spiker" olan Arıkan, benim ifadem ile ölü maçları dirilten bir futbol spikeridir. Hele radyodan dinliyorsanız, olmazsa olmaz olan ses perdelerini bir açıp bir kapatır ve bazen gölgede bazen ise güneşte bırakır Galeano'nun deyimiyle "futbol dilencilerini".
Hatta bazen o kadar çok heyecanlanır ki bir pozisyona, golü yemek üzere olan dinleyici Fenerbahçeli ise onu Galatasaraylı, aksi durumda ise Fenerbahçeli beller. Ama ben ne kadar eminsem Fenerbahçeli olduğuma, onun da Galatasaraylı olduğuna dair en ufak şüphem yok.(bkn: Bir önceki cümle:)
Buraya kadar yolunda olmayan bir şey yok ama ya sonra...
Sonrası 3 Temmuz.
Kahrolası, hayallerimizi çalan, futbolla ilgilenen ve az biraz kafası çalışan herkesi derinden etkileyen, hala sahneden çekilemeyen bu çirkin oyun, Arıkan'ı da yeni bir pozisyon almaya itti.
Futbolu anlatan adam olmaktan sıyrılıp, o da sahanın dışını yorumlayanlara dahil oldu. Bir yandan endüstriyel futbol karşıtı, alt lig takımlarının dostu kostümünü üzerine uydururken, öte yandan vurun abalıya düsturuyla Fenerbahçe karşıtlığıyla prim kazananlardan oldu.
Çok geriye gitmeden bir örnek ile durumu ortaya koymaya çalışalım şimdi de...
Mart ayı sonunda oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçı, Bilic ve Emre Belözoğlu arasında yaşanan olaylar ve bu konuya ilişkin BJK başkanı Fikret Orman'ın söyledikleri ve sonrasını futbolla ilgilenenler elbette hatırlar ancak yine de özetlemekte fayda var.
Fikret Orman, Emre'ye özetle ahlaksız dedi.
(http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/28543820.asp)
Milli takım kampında bulunan Emre için, kamp yaptıkları yerde küfürlü pankart açıldı. (http://www.milliyet.com.tr/emre-belozoglu-fikret-orman-i-fenerbahce-2034889-skorerhaber/)
Aynı tarihlerde bu konunun da işlendiği ve Erdoğan Arıkan tarafından yönetilen spor programında, diğer iki yorumcu bu ifadenin haddini aştığını ifade etmeye çalışırken, Arıkan müdahil oldu ve Fikret Orman'ın bu konuda haklı olduğunu belirterek, Orman'ı destekler ifadelerde bulundu.
Orman ne demişti? "Emre ahlaksız!"
Arıkan ne dedi? "Fikret Orman haklı."
Çok değil yaklaşık bir hafta sonra, Rize deplasmanından dönen ve kaptan Emre'nin de içinde olduğu Fenerbahçe kafilesine Trabzon il sınırları içinde silahlı saldırı gerçekleştirildi. Otobüs şoförünü hedef alarak yapılan saldırı ile onlarca sporcu katledilmeye çalışıldı.
(http://www.ntvspor.net/haber/futbol/127062/fenerbahce-otobusune-ates-acildi)
Mayıs ayının ortalarına gelindiğinde ise bu sefer kişisel seyahat özgürlüğünü kullanmaya çalışan Emre Belözoğlu'na feribotta iken saldırı gerçekleştirildi. Üzerinde forma yokken ve şahsi arabasının içindeyken.
(http://www.milliyet.com.tr/emre-belozoglu-na-saldiri-fenerbahce-2059348-skorerhaber/)
Arıkan bu konulara ilişkin ne dedi, açıkçası ben ilgilenmedim.
Asıl ilgilendiğim ise,14 Nisan 2011 Perşembe günü Resmi Gazete'de yayımlanan, "Sporda Şiddet Ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun" olarak yazıldığında bir şey ifade etmeyen ancak 6222 dendiği vakit Fenerbahçe şike yaptı diye tamamlanan tekerleme.
İşine gelene yaptırımları olan bu kanunun 22. maddesi şu şekilde;
Şiddete neden olabilecek açıklamalarMADDE 22 – (1) Sporda şiddeti teşvik edecek şekilde basın ve yayın yoluyla açıklamada bulunan kişilere, fiilleri suç oluşturmadığı takdirde, beşbin Türk Lirasından ellibin Türk Lirasına kadar idari para cezası verilir.(2) Birinci fıkra kapsamına giren fiillerin spor kulübü veya federasyon yöneticileri tarafından işlenmesi halinde, birinci fıkra hükmüne göre verilecek ceza beş katına kadar artırılır.(3) Birinci fıkra kapsamına giren fiilleri işleyen kişiler, ayrıca idari tedbir olarak spor müsabakalarını seyirden yasaklanır. Bu yasak, kararın verildiği tarihten itibaren üç ay süreyle uygulanır. Koruma tedbiri olarak yasak kararının uygulanmasına ilişkin esas ve usuller, bu tedbir bakımından da uygulanır. Ancak 18 inci maddenin sekizinci fıkrası hükmü bu kişiler bakımından uygulanmaz.(4) Birinci fıkra kapsamına giren fiillerin, haber verme ve eleştiri hakkının sınırları aşılarak yayımlanması halinde, ilgili basın ve yayın organının işleticisi olan gerçek veya tüzel kişiye, yüzbin Türk Lirasından beşyüzbin Türk Lirasına kadar idari para cezası verilir. Birinci fıkra kapsamına giren fiillerin tekrar tekrar yayımlanması halinde, haber verme hakkının sınırları aşılmış kabul edilir.
6222 nolu kanunun, 22. maddesine ait 1 ve 4 nolu fıkralarına göre, Erdoğan Arıkan'dan şikayetçiyim Hakim Bey!
28 Şubat 2015 Cumartesi
Stadyumdaki Ülke
İletişim
Yayınları'nın futbol kitapları serisine dahil olan Futbol ve
Kültürü isimli derlemede (Roman Horak/Wolfgang Reiter/Tanıl Bora),
Cristian Broomberger imzalı bir makale vardır. "Stadyumdaki Kent"
isimli bu yazı; Marsilya maçlarını izlemek için stadyuma gelen taraftarların,
oturdukları tribün, yaptıkları tezahürat, ilgi gösterdikleri oyuncu, kazanmaya
ya da kaybetmeye yönelik tepkileri vs. bakımından birbirlerinden ne kadar
ayrıldıklarını anlatan harika bir analizdir. Bizim ülkemizde, tribüne gelen
insanların bırakın eğitim düzeyi ya da yaş aralığını tespit etmek, seyirci
sayısı bile devlet sırrı iken benzer bir araştırma hayalden öte belki ancak
yine de Fenerbahçe için benzer bir çalışmayı yapmak istiyordum nicedir.
Kitaplığımdaki
futbol rafının sakini 22 kitap, yeri geldikçe teşekkür ederek kullanacağım 1 tane makale, 2 adet doktora ve 1 adet
yüksek lisans tezi literatür taramasının meyveleri, futbol deyişiyle atılan en
güzel golleri olarak kayda geçti.
Sıra
rakamlara gelince tıkanıp kaldım. Binlerce kombine kart sahibi taraftarın yedi
ceddi bir excell sayfası uzağımda olmasına karşın, bunlara ulaşmak imkansızdı.
Hal böyle olunca bu açığı anket yaparak kapatmak elzem oldu.
Araştırma
evrenini tanımlarken biraz istatistik karıştırdım. Bu sezon için iyimser bir
tahmin olarak 25.000 ortalama taraftarı temsil edebilmek için, 600 civarında
bir örneklem sayısı, %95 güven aralığında yeterli sonucu veriyor, 1000 örneklem
ise yetip de artıyordu.
Anket
soruları https://kwiksurveys.com/sitesine
yüklendi ve Bozkurt Abi (https://twitter.com/_bky) sağolsun,
çoğunlukla twitter vasıtasıyla katılımcılara ulaştırıldı. Anketi her bir
katılımcının bir defa doldurabilmesi için ilgili anket sitesinde ayarlamalar
yapıldı. 7 günlük bir sürenin sonunda yapılan incelemede toplam 650 taraftarın
anketi doldurmuş olduğu görüldü. Tüm sorulara yanıt vermeyen 11 örneklem ihmal
edilerek 639 taraftarın desteğiyle Sarı - Lacivert - Şampiyon - Fener sonucuna
ulaşıldı.
1990 yılında sosyolog Can Kozanoğlu’nun yayınladığı
“Bu Maçı Alıcaz: Türkiye’de Futbol” kitabı, futbol alanında Türkiye’de
yayınlanan ilk kitaptır. Bu muazzam kitabın, Kim kimi tutuyor? başlığı altında
bu eksiklikten şu şekilde bahsetmişti:
“O halde, her takımın ayrıntılı taraftar
profili hemen hemen aynıdır (mı?)... Onu da söylemek zor. Birileri çıkıp bu
konuda çok ciddi, geniş kapsamlı ve örneklemesi özenle yapılmış bir araştırma
düzenleyene kadar, ne söylense soyut kaçacak galiba. Ama gazeteler için üç
günde yapılan, sonuçları da birbirini pek tutmayan “taraftar oranı” araştırmaları
gibi değil, doğru dürüst bir profil araştırması...”
Peşin olarak söylemem gereken; benim yaptığım çalışma büyük bir iyi niyetle
yapılmasına karşın, bahsi geçen doğru dürüst profil araştırması maalesef
olamadı. Profili ortaya koymak için sorulması gereken çok daha fazla soru
varken, tribün özelinde sadece yaş aralıkları, eğitim durumu ve cinsiyet sorgulandı.
Fenerium ve Maraton tribünleri alt ve üst diye ikiye ayırılmayarak bir hata
daha yapıldı.
Meslek, medeni durum, maça gitme sıklığı, bir taraftar grubuna dahil olup
olunmadığı, siyasi eğilim, maç izleme ritüelleri, en beğenilen futbolcular,
ikamet edilen semt, tercih edilen oyun tarzı, en sevilmeyen takım soruları da
keşke olsaydı dememek ya da en azından bu eksiklikleri daha az hissetmek için
bu soruların da cevapları aranan akademik çalışmalardan yararlanıldı.
Gelelim bulgulara:
- Stadyumun erkek egemen bir alan olduğu ve en sevilmeyen takımın hangisi olduğu anket gerektirmeyen ve cevabı bilinen sorular aslında.Değerlendirmeye alınan katılımcıların % 93’ünü erkekler, %7’sini ise kadınlar oluşturmaktadır.En fazla kadın seyirci %10 ile Fenerium tribününde varken, en az kadın seyirci oranına ise %3 ile Okul Açık’ta rastlanmıştır.
2008 senesinde
Erden M. Or tarafından yapılan “Spor Kulüplerinde Taraftar Memnuniyeti: Üç Büyük
Spor Kulübüne İlişkin Bir Araştırma” isimli doktora tezinde benzer yöntemle
yapılan ve 5742 katılımcıyla gerçekleştirilen anket sonucuna göre İstanbul’un 3
büyüklerinde rastlanan kadın seyirci oranı %6,4 olarak tespit edilmiştir.
Bu araştırmanın
tetikçisi olan Christian Bromberger’in Marsilya tribünleri için yaptığı
araştırmada ise seyircilerin %85’i erkektir.
2000 senesinde
Özden Taşgın’ın yüksek lisans tezi olarak hazırladığı “Fenerbahçe Futbol
Seyircisinin Sosya-Ekonomik Profili” adındaki çalışma ise 1998-99 sezonu ikinci
yarısında oynanan Fenerbahçe-Altay müsabakası sırasında tribündeki seyircilerle
yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilmiştir. Toplam 292 seyirciye sorulan ilginç
sorulardan biri en sevmedikleri takım olmuş ve bu soruya %81 oranında beklenen
cevap Galatasaray verilirken, asıl şaşırtıcı sonuç bir diğer ezeli rakip
Beşiktaş’ın sevilmeme oranının sadece %3,4 olmasıdır.
- Anketimize katılıp soruların tamamını dolduran katılımcıların yaş gruplarına göre dağılımı incelendiğinde “25-35 yaş” arasındaki katılımcıların % 36 ile en büyük paya sahip olduğu görülmektedir. Sonrasında % 29 ile “35-45 yaş”, %20 ile “18-25” ve % 15 ile “45 ve üzeri” yaş grupları gelmektedir.Tribün özelinde incelendiğinde ise en genç seyirci profili Okul Açık’ta iken, en “yaşlı” seyirci ise Maraton’da toplanmıştır.
Özden Taşgın’ın araştırmasında “25-35 yaş” arasındaki
katılımcılar % 33 ile bir kez daha en büyük paya sahipken, Erden Or’un
araştırmasında “21-31” yaş arası katılımcılar % 54 ile başı çekmektedir.
Bir başka doktora
tezi olan ve Özgür Dirim Özkan tarafından gerçekleştirilen “SARAYBOSNA’DA
FUTBOL TARAFTARLIĞI VE KİMLİK FARKLILAŞMASI:SARAJEVO VE ŽELJEZNİČA TARAFTARLARI”
isimli çalışmada ortaya konan bulgular şunlardır:
“Araştırmada değerlendirmeye aldığım anketlere katılan
taraftarların yaş ortalaması 27,9’dur…Taraftarların %57’si 25 yaşın altındadır.
Gerek Türkiye’deki, gerek alan araştırmam sırasında Bosna-Hersek’teki, gerekse
de farklı nedenlerle farklı zamanlarda futbol maçı izleme şansı bulduğum
Almanya, Polonya, Sırbistan, Makedonya, Danimarka ve Hırvatistan gibi ülkelerde
yaptığım gözlemler taraftarlar için 26 yaşın önemli bir eşik anlamına geldiğini
göstermektedir. Türkiye Devlet İstatistik Kurumu’nun 26 Haziran 2009 tarihinde
yayınladığı raporda, 2008 yılında evlenen erkeklerin ortalama yaşının 26,2
olduğu açıklanmaktadır. Türk futbol taraftarları arasında yaygın olan “Taraftarın cenaze namazı nikâh masasında
kılınır” 1 sözünde ifadesini bulan medeni durumla taraftarlık
arasındaki dolaysız ilişki farklı ülkelerde de benzer bir durum
sergilemektedir. Taraftarlardaki evlenme oranıyla maçları takip etme oranının
ters orantıda olması bu bölümde ayrıca ele alınacaktır. Evlenen taraftarların
edindikleri yeni sorumluluklar bekârken sıkça tekrarladıkları bazı etkinliklere
daha az vakit
ayırmalarını beraberinde getirmektedir. Futbol
maçlarını izlemek için stadyuma gitmek de bu etkinliklerin başında gelmektedir.”
- Katılımcıların eğitim durumlarına bakıldığında %69’luk en büyük dilimin lisans ve ön lisans mezunlarına ait olduğu görülmektedir. Eğitim düzeyi en yüksek tribün %24 oranında yüksek lisans ve doktora mezunu taraftara rastlanan Fenerium iken, lise ve ilköğretim mezunlarının yine %24 oranıyla en fazla rastlandığı tribün ise Migros olmuştur.
Özden Taşgın’ın çalışmasında da tribün ve eğitim
düzeyi çapraz olarak eşleştirilmiş ve şu sonuçlara ulaşılmıştır. Araştırmada
kapalı olarak adlandırılan, şimdilerde
Fenerium diye isimlendirilen tribündeki taraftarların %60’ı üniversite
mezunudur.
Erden Or’un üç büyükleri kapsayan çalışmasında
üniversite mezunlarının oranı %59,4 iken, yüksek lisans ve doktora yapanlarının
toplamının oranı %7 olarak tespit edilmiştir.
Dirim’in iki Bosna Hersek takımı için yaptığı
çalışmada ise % 46 oranında üniversite mezunu tespit edilmiştir.
Tüm bu çalışmalar karşılaştırıldığında Türk
seyircisinin Bosna Hersek taraftarından daha eğitimli olduğu sonucuna
varılabilir.
- Tribünde maç izleyen kadın taraftarlar en çok %36 oranı ile Fenerium’a giderken, en az %11 oranda Türk Telekom’a (Okul Açık) konuk olmaktalar.
Sonuç:
"Yaşam hakkında önemli ve gerçek her şeyi, ben futbol sahalarında ve stadyumlarda öğrendim." diyen Albert Camus kadar iddialı olamasam da Yalçın Doğan'ın kitleleşen sporun insan yaşamına yön veren temel kurumlardan biri olduğu fikrine katılmamak olası değil.
Futbolun sahnelendiği yer olan stadyum ise sevinç ve üzüntünün beraberce yaşandığı, belirgin farklılıkların eridiği bir kap, dudaklarımızı kemirdiğimiz sırada "gool" diye bağırıp hiç tanımadığımız bir yabancıya sarıldığımız, görüşleri ve inançlarıyla hiç uyuşmadığınız bir insanla kol kola girebildiğiniz, bunun karşısında ; deplasman tribününde, aynı dava, aynı amaçlar uğruna belki birlikte ölüme bile gidebileceğiniz insana yada insanlara düşman kesilebildiğiniz yerdir.
Ehrenberg’in deyimiyle "demokrasi ütopyasının ete kemiğe büründüğü", Marksist bakış açısına göre ise kitlelerin afyonu olan futbolun, Franco'nun tabiriyle uyutulduğu uyku tulumudur stadyum.
Demokrasi ve ifade özgürlüğü özürlü ülkemizde, pasolig saçmalığı sebebiyle uzak kaldığım ancak rüyalarıma giren yerdir stadyum.
Temdit Penaltısı:
Can Kozanoğlu'nun bir özlü sözüyle stadyumun ışıkları sönsün.
“Yuh ulan be, ne buluyorsun bu Fener’de, baska takım mı yok?” (Sana ne lan!)"
KAYNAKÇA
Broomberger “Stadyumdaki Kent”
Gürel, Akkoç "Stadyum; Benzerlikler, Koşutluklar ve İzdüşümler"
Taşgın "Fenerbahçe Futbol Seyircisin Sosyo-Ekonomik Profili"
Or "Spor Kulüplerinde Taraftar Memnuniyeti: Üç Büyük Spor Kulübüne İlişkin Bir Araştırma"
Özkan "Saraybosna'da Futbol Taraftarlığı ve Kimlik Farklılaşması: Sarajevo ve Zeljeznicar Taraftarları"
Kozanoğlu "Bu Maçı Alıcaz: Türkiye'de Futbol"
29 Ocak 2015 Perşembe
Rüzgarın Gölgesi
Barselona’ya gitmeye karar vermeden
önce haberdar dahi olmadığım ama sonrasında geziyi yönlendirir hale gelen ve başucu
kitabı payesine hak kazanan kitaptan…
“Yüzlerce, binlerce ciltle dolu koridorlarda gezindim.
Yürürken, bu duvarların ötesinde, dışarıdaki dünyada insanların kendileri için
bir şeyler yapmak yerine yaşamlarının her akşam futbol ve pembe dizilerle geçip
gitmesini umursamadıklarını, hatta bundan memnun olduklarını, oysa bu
kitaplarının her birinin kapakları arasında sonsuz bir evrenin keşfedilmeyi
beklediğini düşündüm.”
Yukarıdaki paragraf, Carlos Ruiz Zafon isimli İspanyol bi’ abinin, Rüzgarın Gölgesi isimli kitabından alıntı. Barselona’da geçen
roman, Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı’nda
(yukarıda bahsedilen duvarların içi)kahramanımız Daniel’in eline aldığı kitap
ve bunu takip eden harika bir serüveni konu alıyor. Kitap içinde kitap…
Haziran ayında Barselona’ya gidiş geliş uçak
biletlerine 248 € vererek (pegasus) keşfi başlattık. Kasım sonunu iple çekerken, şehir hakkında
fikir sahibi olmak için; şehirde geçen en azından bir film izleyip, bir de
kitap okuyalım dedik. Vicky Cristina Barcelona zaten izlenmiş olduğundan, yine Penelope
Cruz’un oynadığı ve Madrid’te başlayıp Barselona’da sonlanan Annem Hakkında Herşey izlenesi,
Rüzgarın Gölgesi ise okunası olarak seçildi. Bir haftanın Barselona için çok
olacağı telkinleri üzerine, seyahate başkent Madrid’de eklendi ve işbu sebepten
filmden çok umutlu idim. Güzel ancak sandığım gibi bir yol hikayesi değil ve de
şehirle ilgili detaylardan çok, hikayenin kendisi ön planda olduğundan elde bir
tek Rüzgarın Gölgesi kaldı. Daniel’in en yakın arkadaşı ve romanın en eğlenceli
karakteri Fermin Romero de Torres
kadar acımasız olup “Sinema akılsızlığı
besliyor ve insanları daha da aptallaştırıyor. Sinema bilgisiz kitleleri
eğlendirmek için icat edilmiştir.“ demeyeceğim ancak çok da haksız
değil sanki…
Ağustos ayı geldiğinde, elde sadece Barselona’da
geçen bir roman ve de gidiş dönüş uçak biletleri vardı. Madrid’e araba
kiralayıp mı gitsek, giderken Zaragoza’ya da mı uğrasak derken mesleki ilgi
baskın çıktı ve de tren ile gitmeye karar verdik. Renfe vasıtasıyla, yine aylarca önceden toplam 98 € karşılığında Barselona-Madrid
hızlı tren biletleri organizasyona dahil edilmiş oldu. Dönüşü ise hem gün
kazanmak hem de şehirden havaalanına ulaşmakla bir kez daha uğraşmamak için, uçakla
yapmaya karar verip, yine aynı tarihlerde 103
€ verip (vueling) cebimize
koyduk.
Geriye sadece kafayı koyacak yastıklar kalmış ve aylardan Kasım gelmek üzereydi. En son Berlin’de airbnb üzerinden kiralanan dairede kalındığı ve bu tecrübeden oldukça memnun olunduğu için hedef yine o tarz bir konaklamaydı. İnce eleyip sık dokuduktan ve bütçe dahilinde olduğuna kanaat getirdikten sonra; Barselona’da donanımlı bir mutfağı olan, temiz, geniş ve La Rambla’nın üzerindeki Citadines Barcelona’da (3 gece, 312 €) karar kıldık. Madrid içinse Puerto del Sol meydanında olması ve fiyatı, eksilerini görmezden gelmemize yeten ve klasik bir otel olan Moderno (3 gece, 207 €) isimli otelden yerlerimizi ayırttık.
Gitmeden evvel seyahat bloglarını karıştırıp,
eşe dosta da sorarak bir yol haritası çıkardık ve 28 Kasım öğleni Katalunya’ya ayak bastık. Gaudi’nin evleri, bitmeyen kilisesi,
parkı, Picasso müzesi, La Rambla, Mercado, Kolomb heykeli vs. ile ilgili detaylı
bilgiler bu yazının konusu değil ancak nerede yenir derseniz ve dededen kitapçı
Daniel Sempere nerelerde dolaştı derseniz onlar olacak sanırım…
- La Paradeta: Del Born diye bir mahalle var. Seyahat bloglarında sıklıkla yer alıyor. O mahalledeki şubesine gittiğimiz balıkçı. Oldukça salaş bir yer ancak denizden ne çıkarsa tezgahında bulunan ve herşeyin taze, lezzetli ve görece ucuz olduğu dükkan.
- Can Paixano: Küçük ve şirin bir yer. Marinaya yakın.
- 7 Portes: Burası nispeten pahalı ama eli yüzü düzgün bir yer. İspanyolların meşhur paellasını yemek için tercih edilebilir.
- Ciudad Condal: Rambla de Catalunya ile Grand Via de les Corts Catalenes’in kesiştiği noktada. Küçük atıştırmalıklar olarak tarif edilebilecek tapas yemek için kapısında kuyruk oluyor. Gittik gördük sevdik.
- Nou Candanchu: Parc Güell’e giderseniz –ki gidersiniz-, oradan dönerken yokuş aşağı salınca kendinizi, ulaşacağınız mahallenin ismi Gracia. Burada ortasında saat kulesi olan bir meydan var, bunun köşesinde de bu dükkan. Hem tapasları hem de paelları güzel.
Rüzgarın Gölgesi’ni okurken tanıştığımız ve
isimlerine aşina hale geldiğimiz sokaklar ise genelde La Rambla üzerinde ve
civarında. Bazılarını bilinçli, kimisini ise tesadüfen görmüş olduk
dolayısıyla. Plaça Reial’de flamenko
gösterisi izlediğimiz Los Tarantos
(yarım saatlik gösteri 10 €) isimli yer,
baba Sempere’nin arkadaşı kitapçı Barcelo’nun
evinin yanı başında, hem Julian Carax’ın hem de Daniel’in tedavi gördüğü Santa
Lucia hastanesi (gerçekte böyle bir yer yok) Picasso müzesinin olduğu yerde,
unutulmuş kitaplar mezarlığı ise Kolomb heykeline doğru inerken sağdaki
sokaklardan birinde idi.
Aşağıdaki kroki, kitabın ana güzergahını
gösteriyor ve de üstündeki gülen yüzler bizim gördüğümüz noktalar. Bunlar
dışında bir de Tibidabo tepesi ve buraya çıkan caddede 32 numarada Aldayalar
konağı var. Önce L7 numaralı metro hattına binip, ardından da tarihi mavi
tramvaya binerseniz, şimdilerde Doxa Consulting isimli bir şirkete ev sahipliği
yapan yeri görebilirsiniz. Biz mavi tramvayın saatlerine bakmadan gidip, elimiz
boş geri döndük. Siz bakmadan gitmeyin. Gitmezsiniz ya…
Bu yazının içine sığmayan, madridista (yazar
burada hala Madrid diyor.) olmamdan bağımsız olarak en az Barselona kadar
sevdiğim Madrid için bir olumlu puan da adım başı kitapçı olması. Ömründe
sadece bir kez bu ülkeyi gören biri için ne kadar yerinde bir tespit emin
değilim ancak, sanırım Madridliler daha çok okuyor.
Şu güzelim kroki kitabın İngilizce baskısının
sonunda mevcut ve ben bu kitabı Madrid’den aldım. Adım adım gezmek isteyen, hem
çok okuyan hem de çok gezenlere hediyemdir.
22 Mayıs 2014 Perşembe
301 baba, 432 evlat
Yitirilen 301 baba, geride kalan 432 evlat.
Başbakan, bu sefer de aile ve bilmem ne bakanını yanına katıp
gitmesin... Bırak üçü, bi’ buçuk bile etmiyor hane başına düşen çocuk sayısı, boşuna
mı konuşuyorum meydanlarda deyip, elinin tersiyle…
Yapar mı yapar diyenlerin sayısı, yok artık ali sami diyenlerden
fazladır eminim.
1 Holding, 5-10 yönetici.
Yiten yüzlerce can, geride kalan eşler, çocuklar, analar,
babalar... Gözaltına alınan 10 bilemedin 20 kişi, tutuklanan 5, yoksa 3 müydü? Yönetim
kurulu başkanının ne suçu olacak, asıl sorumlu genel müdür. Gerçi genel müdür
de suçsuz, o işletme müdürünün anasını eşekler kovalasın…
538 vekil, 2 bakan, 1 başbakan.
İstifa eden...
Sıfır.
Sebep; takdir-i ilahi, kader, alın yazısı, bok püsür. Hem
zaten literatürde iş kazası denen bu hadiselerden, tarihte hiç yok sanki!
Çözüm; 432 çocuğun kalacağı 8-9 tane en moderninden
yetiştirme yurdu. Çağırırlar Erdoğan’ı (Bayraktar olan) hemen yapar. 17 Aralık’tan
sonra abuk sabuk konuşuyordu, barışmış da olurlar iyiden iyiye. Boşuna dememiş yaradan, her şerde bir hayır vardır * diye.
* Bakara Suresi, 216. ayet.
25 Şubat 2014 Salı
Bak Fenerbahçeli...
...sana iki çift lafım var. Hırsızın biri çıkmış, durup dururken
senin bir oyuncunu haksız yere atmış. Çok değil iki hafta önce Sivas'ta
yaşanandan da daha saçma bir şekilde. Hem de görmeden, "lan fırat"
tarzı sadece tahminle.
Bir başka hırsız göz göre göre 2 (iki) penaltını vermemiş. Tek
kelimeyle mağdursun ve sen hala teknik analiz peşindesin.
Neymiş efendim, Kuyt formsuzmuş, Ersun Hoca takımları ikinci
yarılarda düşermiş, Webo ikinci sınıf, Sow ise üst düzey ama tembelmiş...
Bırakın bu manasız “Yok abi! Top oynamıyor takım…” ve “Çıkıp hakemi de yeneceksin ağabeycim…" basmakalıplarını.
Sahadaki topçuların emekleri, biz taraftarların hayalleri gasp ediliyor. Hem de gözlerimizin içine baka baka.
9 Şubat 2014 Pazar
Fenerbahçe'nin şikesi var
Maçın ikinci yarısında, skor hala 0-0 iken Musa ile rakip defans oyuncusu çarpıştı kafa kafaya ve sözde hakem oyunu durdurdu. Hakem atışında (hakem dediysem lafın gelişi) Türk futbolunun baş belası, ırkçısı, olmaz olası, teni kara kalbi bembeyaz Zokara'nın kanlısı Emre Belözoğlu topu yavaşça Sivas kalecisine doğru yuvarladı. Mutlak gole ihtiyacımız var, 10 kişiyiz, köşe gönderinin hemen yanından taça atıp da önde basalım çakallığı zinhar aklına gelmedi. Galatasaray maçında rakibi eksik yakalamışken topu taca atan Rapaic aklıma geldi tebessüm ettim.
Skor hala 0-0 iken bu sefer Kuyt topa bastı, Gökhan bindirdi ve Fenerbahçe bir kez daha gole yaklaştı. Ceza sahasının içinde Gökhan yerde kaldı ve rakip Sivas'ın ani atağı başladı. Zaten 10 kişi oynayan Fenerbahçe, rakip ceza sahasında bekini bırakınca eksik ve dengesiz yakalandı. Fenerbahçe'nin kadim dostu, 2011 sezonunda yapılan "şikenin" ortağı Sivasspor'dan tek bir oyuncu bile topu taca atmayı düşünmedi. Roberto Carlos'un verdiği taktik ve Mecnun başkanın vereceği prim sayesinde atak golle sonlandırıldı. Maçtan önce "Sivas Fenerli abicim, yatar yeaa..." diye yol yapan rakip takım çok bilmişleri geldi aklıma.
4 Temmuz 2011'de Fenerbahçe'nin bu ülkeden daha temiz olduğunu kimse unutmasın yazdım, haklı olduğuma dair en ufak bir şüphem yok.
12 Mayıs 2012 sabahı bu bir roman diye başlık atıp, hala futboldan medet umarak;
14 Mayıs 2012 günü yediğim biber gazının da etkisiyle, dünyaya dönüp her fani biber gazını tadacaktır yazdım. O gün o yazının altına yaptığı yorumlarda dalga geçen parçalı sevdalısı, çok değil bir yaz sonra muhtemelen biber gazıyla imtihan oluyordu Taksim'de. İstanbul United saçmalığının ardına takılmış, dünyayı kurtarıyordu belki de. Kim bilir...
17 Aralık 2012'de ise Trabzon'da Zokora'nın Emre'ye öldürmeye teşebbüs ettiği pozisyona sarı kartla nezaret eden Kamil ve takip eden sezon "Di mi lan Fırat'ın" ahlaksızlıklarına, bir de Meireles'in parlak çocuğa tükürdü mü tükürmedi mi saçmalığı ilave olunca;
Madem öyle ben de gitmiyorum. Türlü oyunlarla soğutmaya çalışsanız, bin türlü kahpelikle yıldırmaya çabalasanız da, siz Fenerbahçe'nin altını oymaya çalıştıkça ben daha çok sarılacağım.
dedim, halt etmişim.
Bugün Sivas Fenerbahçe'yi mağlup etti. Skor 2-0 olunca çoğunluğunun Fenerli olduğu söylenen ve başkanlarının Fenerbahçe'ye maç sattığı iddia edilen rakip Sivas taraftarı "Aziz Yıldırım şike yapsana!" diye böğürdü ve Fenerbahçe'nin şikeyi kendi kendine yaptığını ilan ederek noktayı koydu bu sürece.
Bu ne roman, ne de bir oyun. Tiyatro diyeceğim, sanata haksızlık olur. Spor katiyen değil. Bunu adı kahpelik ve bu kahpeliğe dahil olan, nemalanan, Fenerbahçe'nin hakkının yenmesinden, Fenerbahçelinin hüznün kendi neşesi sayan ne kadar kansız varsa yerden kalkamasınlar.
Skor hala 0-0 iken bu sefer Kuyt topa bastı, Gökhan bindirdi ve Fenerbahçe bir kez daha gole yaklaştı. Ceza sahasının içinde Gökhan yerde kaldı ve rakip Sivas'ın ani atağı başladı. Zaten 10 kişi oynayan Fenerbahçe, rakip ceza sahasında bekini bırakınca eksik ve dengesiz yakalandı. Fenerbahçe'nin kadim dostu, 2011 sezonunda yapılan "şikenin" ortağı Sivasspor'dan tek bir oyuncu bile topu taca atmayı düşünmedi. Roberto Carlos'un verdiği taktik ve Mecnun başkanın vereceği prim sayesinde atak golle sonlandırıldı. Maçtan önce "Sivas Fenerli abicim, yatar yeaa..." diye yol yapan rakip takım çok bilmişleri geldi aklıma.
4 Temmuz 2011'de Fenerbahçe'nin bu ülkeden daha temiz olduğunu kimse unutmasın yazdım, haklı olduğuma dair en ufak bir şüphem yok.
12 Mayıs 2012 sabahı bu bir roman diye başlık atıp, hala futboldan medet umarak;
"Çünkü bizler futbolun yarattığı sefaletten keyif alıyoruz. Her sene şampiyon olup da burnumuz havalarda gezmektense, yaşayacağımız çılgınca seviç için hazzın ertelenmesine razı geliyoruz. Fenerbahçe taraftarı olarak bizler önce Denizli'de sonra Trabzon karşısında bu hazzı erteledik. 3 Temmuz 2011 tarihinden beri ise bu hazzı yaşamak için nefes alıyoruz ve artık vakti geldi."böyle saçmaladım.
14 Mayıs 2012 günü yediğim biber gazının da etkisiyle, dünyaya dönüp her fani biber gazını tadacaktır yazdım. O gün o yazının altına yaptığı yorumlarda dalga geçen parçalı sevdalısı, çok değil bir yaz sonra muhtemelen biber gazıyla imtihan oluyordu Taksim'de. İstanbul United saçmalığının ardına takılmış, dünyayı kurtarıyordu belki de. Kim bilir...
17 Aralık 2012'de ise Trabzon'da Zokora'nın Emre'ye öldürmeye teşebbüs ettiği pozisyona sarı kartla nezaret eden Kamil ve takip eden sezon "Di mi lan Fırat'ın" ahlaksızlıklarına, bir de Meireles'in parlak çocuğa tükürdü mü tükürmedi mi saçmalığı ilave olunca;
Madem öyle ben de gitmiyorum. Türlü oyunlarla soğutmaya çalışsanız, bin türlü kahpelikle yıldırmaya çabalasanız da, siz Fenerbahçe'nin altını oymaya çalıştıkça ben daha çok sarılacağım.
dedim, halt etmişim.
Bugün Sivas Fenerbahçe'yi mağlup etti. Skor 2-0 olunca çoğunluğunun Fenerli olduğu söylenen ve başkanlarının Fenerbahçe'ye maç sattığı iddia edilen rakip Sivas taraftarı "Aziz Yıldırım şike yapsana!" diye böğürdü ve Fenerbahçe'nin şikeyi kendi kendine yaptığını ilan ederek noktayı koydu bu sürece.
Bu ne roman, ne de bir oyun. Tiyatro diyeceğim, sanata haksızlık olur. Spor katiyen değil. Bunu adı kahpelik ve bu kahpeliğe dahil olan, nemalanan, Fenerbahçe'nin hakkının yenmesinden, Fenerbahçelinin hüznün kendi neşesi sayan ne kadar kansız varsa yerden kalkamasınlar.
13 Kasım 2013 Çarşamba
Etiyopya Notları
Son altı ayda, her biri 15’er günden toplam bir ay
geçirdiğim Etiyopya’yı anlatmanın vakti geldi de geçiyor.
Eskilerin Habeşistan diye bildiği ülke, Afrika’nın en büyük
ülkelerinden. Federal bir devlet olan Etiyopya, eyalet sistemiyle yönetiliyor.
Başkenti Addis Ababa ve İstanbul’dan beş saatlik bir uçuşla ulaşılabiliyor.
Başkentte kalacak iseniz Baylan’ın Adisebaba tatlısı hariç her türlü
ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Her türlü…
Ulaşım
THY her gün 18:50’de İstanbul’dan kalkıyor ve aynı uçak gece
02:00’da Addis’den kalkarak memlekete geri dönüyor. Ben kullanmadım ancak Qatar
Havayolları’nın Doha aktarmalı uçtuğunu da biliyorum. Havaalanında bagaj
kaybolma olasılığı az buz değil. Hal böyle iken sırt çantasına eşyaları
yedeklemek ilk tavsiyem.
Milli müzede en yaşlı fosil Lucy anamızı görebilir, yerel
restoranlara (Misal Abyssinia) gidip yeni tatlar denerken bir yandan da müzik
ve dans gösterilerine şahit olabilirsiniz.
Addis Ababa’da havaalanına yakın iki otelde kaldım. Siyonad
ve Friendship otelleri. Fiyat mertebeleri yakın olmasına karşın Friendship çok
daha iyi bir otel.
Bu ülkeye gelince görülmesi gereken ilk yer Lalibela. İş
için geldiğim ve de hep kısıtlı programların içine sıkıştığım için henüz
göremedim ancak üçüncü sefer görmeden dönmeyeceğim.
Addis Ababa’dan Etiyopya Havayolları ile her gün ulaşım var
dağın başındaki bu kasabaya. Yok eğer araba ile gideceğim derseniz, arazi aracı
kiralamak elzem. Yolların hali pek iç açıcı değil ve de Lalibela’ya yolda
konaklamadan ulaşmak olası değil. Addis’ten çıkıp Kombolcha ya da Weldia’da
geceleyip, ertesi sabah erkenden çıkarsanız öğleden sonra ulaşabilirsiniz.
-Yeri gelmişken bir not; Weldia’nın Woldia ya da Weldiya, Kombolcha’nın ise
Combolcha diye yazıldığını görünce “ulan bu da atıyor herhalde!” demeyin
sakın. Ülke başkanın isminin üç ayrı gazetede, üç farklı şekilde yazıldığını
gözlerimle gördüm. Her eyaletin kendine özgü bir dili var ve de birbirlerine hiç
benzemiyor.- Kayalar içinde oyulmuş dünya mirasları listesinde
kiliselerin olduğu bu kasaba, ülkenin en çok turist ağırlayan yeri.
Zaman
Bu ülkede zaman biraz garip ilerliyor. Bir yılda 13 ay
yaşıyorlar, kafa karışmasın diye 30 gün çeken 12 ay kabul edip artan 5-6 günü
13. Ay ve bayram olarak kabul etmişler. Saat ise doğrudan güneşe bağlı.
Ekvatora yakın olduğu için bütün sene güneş sabah altıda doğup, akşam altıda
batıyor. Etiyopyalılar günü ikiye bölmüş ve de sabah altıya 24, akşam altıya
ise 12’yi uygun görmüşler. Diyeceğim o ki; öğleden sonra biri kastederek
buluşmak istediğiniz bir Etiyopyalı, sabah yedide kapınıza dikilebilir. Bununla
da bitmiyor. Yedi sene de geriden geliyorlar. Tevekkeli değil, uçaktan iner
inmez genç hissediyor insan kendini.
Yolların tehlikeli olduğunu bir iki paragraf önce üstü
kapalı geçmiştim. Bu önemli konuyu açıklamak şart. Akşam altıda (bildiğiniz
18:00) güneş küt diye kayboluyor ve Addis Ababa dışında hiçbir yerde yollarda
aydınlatma yok. Trafik lambası mı?... Bütün ülkede tek bir tane numune var, o
da yine Addis’de. Afrika’nın en çok hayvan ve ikinci en fazla insan nüfusuna
sahip olan ülkede, yollar araçtan çok evlerine dönmeye çalışan bu
kalabalıklarla doluyor. Yolun ortasında giden bir öküz, üç deve, üstünüze gelen
eşekler vaka-i adiye. Kelle koltukta gelen tır şoförleri, çat çiğnemekten
kendini Ayrton Senna sanan Isuzu minibüs şoförleri de cabası.
Çat bizdeki Maraş otunun muadili gibi açıklanabilir. Her
yerde var ve milyonlarca insanın ağzından eksik olmuyor. İkram da ediyorlar
sağolsunlar ama öyle bir iki yaprak yemekle kafa olunmuyor. Bir bağ yemek
lazımmış. Öyle diyola…
Kombolcha-Dessie tırmanışı |
Uyuşturucu kullanma alışkanlığı ile ilişkilendirilebilir mi
bilmem ancak amam HIV’e dikkat. Ülke ortalaması %2 civarında, kırsalda %5’e
kadar çıkıyor bu ortalama. 85-90 milyon civarında nüfusu olan bu ülkedeki
potansiyel tehlikeyi varın siz hesaplayın.
Güneyde görülmeye değer yer Omo vadisi. Alt dudağını ve de
kulaklarını güzellik simgesi diye tabak takarak genişleten kabileler var ya
onlar orada. Günlüğü 100-120 dolara şoförü dahil bir cip kiralayıp gitmek
mümkün. Mazotun litresi 18 birr. Bizim parayla 1,8 TL.
Gelelim okuduğum ettiğim değil de gezip gördüğüm yerlere.
Addis Ababa’nın da başkent vasfı dışında eyalet sayıldığı ülkede toplam 11
eyalet mevcut. Bizim güzergahın geçtiği koridor Amhara ve Afar’a denk
geldiğinden, Addis ile beraber bu üç eyaleti baştan sona gezdim sayılır.
Oteller
Awash, Debre Birhan, Kombolcha şehirleri ve Ankober
kasabasında konakladım.
Awash’ta iki farklı otelde kaldım. Genet Otel ve Awash Falls
Lounge. Genet evlerden ırak. Pis ve de yiyecek bir şey yok ancak Awash
milli parkının içinde, şelalenin yanı başındaki Awash Lounge muhteşem bir yer.
Sıkıntıdan sayılırsa tek sorun, kahvaltı yaparken maymunların çantanızı çalma
tehlikesi. Şanslı iseniz timsah görebilirsiniz ki ben gördüm.
Debre Birhan’da ise eski bir uzun mesafe koşucusu olan Geti
Wamie’nin sahibi olduğu Eva Otel’de kaldım. Temiz, sıcak suyu var ve yiyecek
bir şeyler bulunabiliyor. Şubat ayında gittiğimde inşa halinde olan yeni bina,
Kasım’da ise bitmek üzereydi.
Awash Şelaleri |
Ankober’de kaldığım yer uzak ara en ilginç oteldi. Ankober
Lounge bir dağın tepesinde. Araçla tepenin ancak yamaçlarına ulaşıp, çantalar
sırtta 2820 rakımına kadar 100 m tırmanmak zorundasınız. Tepeye ulaştığınız
vakit kolda ya da göğüste bir ağrı, baş dönmesi vs. yok ise efor testini
geçtiniz demektir. Odalar temiz ve de sıcak su var. Yemekler idare eder. Hava
kalın pijama üzerine çift battaniye ile yatacak kadar soğuk ama manzarası
muazzam.
Ankober Lounge |
Injera ismini verdikleri, burada yetişen tef isimli bir
tahıldan yaptıkları, mayasından ötürü ekşi kokan ve benim pek haz almadığım bir
ekmek üzerinde sunuyorlar bir çok yerel yemeği. Bizim sac kavurmaya benzeyen, oldukça
baharatlı Tibs (kesim yöntemine göre zilzil tibs olduğu da oluyor) denenebilir.
Şarapları yaramaz ama biraları fena değil. Amber, St.George ve ismini
hatırlamadığım bir bira daha denedim ve bence en iyisi Amber. Tej isminde baldan
üretilen bir içki var ki sevmedim ama siz deneyin gitmişken. Konu ile
paragrafın sonuna yaklaşırken şu uyarıyı yapmaz isem yanlış yaparım; siz siz
olun yanınızda tedbir amaçlı konserve götürmeyi ihmal etmeyin. Sabah ve akşam
otelde yiyecek bir şeyler bulunabilir ancak öğlen arazide kalırsanız barbunya pilaki
ya da sardalya konservesi hiç bu kadar lezzetli tatmayacaktır.
İnsanlar
http://www.ethiopiawine.com/wp-content/uploads/ethiopian-beer-hara-meta-amber-dashen-lager-addis-ababa.jpg |
Güzeller. Tek kelime ifade etmek gerekirse başka türlü nitelendirilemezler. Hem fiziksel olarak öyleler, hem de davranış. Sabahtan akşama kadar çalışan bir taş işçisi günlük 40 birr (4 TL), size hizmet eden bir garson ise ayda 1500 birr (150 TL) kazanıyor ancak yüzlerindeki tebessüm bir an için eksilmiyor.
Amhara’da insanlar Afar’a göre biraz daha giyinik. Afar’da
ise süslü kostümler, yarı çıplak insanlar bir süre sonra olağan hale geliyor.
Ciddi bir su sıkıntısı var ülke genelinde ve nehirlerden bidonlarla, şişelerle
su taşıyor kadınlar ve çocuklar. Aynı suda yıkanıyor, çamaşırlarını yıkıyor vs.
Su sıkıntısı var dediysem yağmur yağmayacak sanmayın. Kiremt
ve Belg adı verilen iki yağmur sezonu var Etiyopya’da. Mart-Mayıs arasında
yağan Belg yağmurları ve ardından başlayıp Eylül’e kadar devam eden Kiremt.
Kiremt sezonunda hiç durmadan yağan, gözünüzü açtırmayan bir yağmur varken;
Belg’de ise her öğlen gelip geçen bir ahmak ıslatan var. Ezcümle; Şubat ya da Kasım
Etiyopya seyahati için ideal zamanlar.
Şubat 2013 fotoları: http://ucheokechukwu.blogspot.com/2013/02/habesistan-izlenimleri.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)