30 Temmuz 2011 Cumartesi

Hayallerimi istiyorum...

Yastığa kafayı koyar koymaz uyuyan insanları oldum olası anlamamışımdır. Hiç kafalarına taktıkları dertleri ya da kuracak hayalleri yok mudur diye düşündüm dün gece. Dertleri yoksa harika ama keşke hayal kurabilseler diye düşünürken uyuyakalmışım…

İlkokuldayken tribünde olduğumu hayal ederdim. Hayal bile olsa tek başıma gitmeye aklım ermez, abimin elini tutar yerimi alırdım. Sarı-Lacivert-Şampiyon-Fener derken uyurdum.

Ortaokul ve liseyi Kadıköy’de okudum. İdman seyretmek için Dereağzı’na, maç izlemek için ise stada gidebilecek yaşa geldiğimden olsa gerek, hayallerim sınıf atlamıştı. Gözümü kapattığım vakit Şeytan Rıdvan ile duvar pası yapar, gelişine vurur, Fenerbahçe formasıyla ilk golümü atıp tellere tırmanırdım…Hayali tribünde oturmak olan Fenerbahçeli kardeşime sarılırdım sımsıkı.

Sonra aşık oldum, belki öyle sandım. O’na derdimi dökene dek hayallerimde hazırlandım. Elini tutmaya başladıktan sonra ise birimiz sarı, ötekimiz laci olmuştu hayallerimde. 

Büyüdüm. Önce meslek sahibi, sonra ‘adam’ oldum. Bu süreçte hayatımın aşkını buldum. Temmuz’un 18’inde elimi tutmasını dileyip, ertesi gün (19.07) evlenme teklif ettim. Hayatı ve Fenerbahçe’yi paylaşacağım bir kuzum ve yeni hayallerimiz vardı artık.  İlk kıyafeti sarı-lacivert bir zıbın olacak minik bir kuzunun hayaliyle kafamı yastığa koyar oldum. 

Soranlara 31 yaşındayım diye cevap versem de aslında 32 oldum. Hala her Galatasaray maçından önce hayal kurup, ardından rüyasını görüyorum.  Sabah galip uyanırsam çocuklar gibi şen olurken, aksi bir sonuçta ise karalar bağlıyorum.

Son bir aydır kafayı koyar koymaz uyuyanlara çok özeniyorum. Fenerbahçe’nin içine düşürüldüğü durumu düşündükçe migrenim azıyor. Hayal kurmak istediğim vakit ise tıkanıyorum. Benim hayallerimi çaldılar.

26 Temmuz 2011 Salı

Tour de France 2011

Malum sakatlıktan ötürü bir aydır süren zorunlu istirahatim, henüz ilk haftasında Fenerbahçe'nin başına musallat edilen soruşturmayla beraber çileye dönmüştü. Bu dönemden elimde kalan en güzel şey ise Fransa Bisiklet Turu oldu. Senelerdir uzaktan bakıştığımız Tour de France ile 2011'de sevgili olduk. Spor ansiklopedisi kıvamındaki adam Caner Eler'in katkılarıyla hem öğrenmeye başladım hem de büyük bir keyifle izledim bütün turu.
İnadım inat düsturuyla üzerine geçirdiği sarı mayoyu geri vermemek için direnen Thomas Voeckler'i takdir ettim. Schleck kardeşleri hiç sevmedim. Fenerbahçe ile benzer bir durumu olan ve olası doping cezası CAS (Spor Tahkim Mahkemesi) tarafından turun ardına bırakılarak yarışma şansı tanınan Contador'dan yanaydı gönlüm.
Seyircilerin iyi niyetinden yana şüphem olmamasına karşın sporcuların yanında koşan, onlara dokunmaya çalışan insanları gördükçe yüreğim ağzıma geldi. Bu durumla ilgili bir sınırlama var mı, yoksa da olmalı mı diye kendi kendime tartıştım her tırmanış etabında.
Alpler'de koşulan son etap olan Alpe-d'Huez muhteşem bir mücadeleye sahne oldu. Alberto Contador'un son kozunu oynayarak erken atak yaptığı tırmanış etabında, pek de iyi niyetli olmayan steteskoplu bir seyirciyle fiziksel temas da yaşadı İspanyol. Contador'un ancak üçüncü olabildiği, Schleck kardeşlerden Andy'nin sekizinci bitirdiği etap sonunda, Cadel Evans beşinci olmuş ve ertesi gün koşulacak turun son etabı olan zamana karşı yarıştan önce farkı 57 saniyeye indirmişti. Andy Schleck, zamana karşı etaplarda çok başarılı olmamasına karşın son turda sarı mayoyu vereceğini kimse beklemiyordu. Avustralyalı Evans dışında...
Grenoble zamana karşı etabınında inanılmaz bir süreye imza atan Cadel; 57 saniyelik farkı kapatmakla kalmadı, bir buçuk dakikadan fazla bir fark attı Andy'ye. Sarı mayo ilk kez Avustralya'ya giderken, Evans'a da Champs-Elysees'de (Şanzelize) koşulan keyif etabında kadeh kaldırmak kaldı.