1 Kasım 2011 Salı

Hakem olmasaydı?

Dün akşam sahada hakem olmasaydı, Danilo Nikolic Alex’e yaptığı faulün ardından vurulmuş gibi yere düşer miydi? Kanacak adam olmadıktan sonra niye düşsün ki…

Ya da Emre Belözoğlu, kimi şamar oğlanına çevirip de taraftarın önüne atacaktı hakem olmasaydı?

İkinci yarının hemen başını hatırlayın, Bienvenue kaleci ile karşı karşıya kaldığı an “oyna oyna” diye bağıracaktı sahadaki futbolcular, tribünlerdeki taraftarla beraber. Kural kitabında tarif edilen avantaj kuralına uyacaktı binler, hakem olmasaydı eğer. O ise beceremedi.

Mekteb-i Sultani lobisi, sekiz haftada iki hakemin kellesini aldı; bir tane de biz alalım değil derdim. Ya da 50'lilere dönelim ve de maçları yabancı hakemler yönetsin de istemiyorum.

Ütopyam şudur ki; ofsayttan başka sorumluluğu olmayacak iki tane yan hakem olsun sadece. Faul yapan oyuncu rakibinden özür dilediğinde oyun dursun, top oyun dışına çıktığında kimden çıktıysa o elini kaldırsın ve de anlaşmazlık olunca iki takım kaptanından başkası karışmasın. İnanın daha adil oynanır o zaman bu oyun.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Trabzonlu Cemil

Fenerbahçe forması ile tek bir kırmızı kart dahi görmeyen Cemil Turan, 114 gündür parmaklıklar ardında.

Göçük altında futbol

Bir önceki hafta rahmetli Çupi’nin tabiriyle; Galatasaray, Fenerbahçe ile oynamış ve son yirmi sene içinde ilk kez Kadıköy’den net bir galibiyet alarak dönmüştü. Venglos’un Fenerbahçe’si baş aşağı giderken, Feldkamp’ın Galatasaray’ı ise bu sonucun (1-4) ardından liderlik koltuğuna oturuyordu.

Sene 1993 ve ben henüz 13 yaşında idim. Büluğ çağının ortasında kendimi anlamaya çalışırken, üzerine bir de Fenerbahçe için kafa yoruyordum. Takip eden hafta rakip o sezonun yükselen değeri Kocaelispor idi ve Fenerbahçe’yi yalnız bırakmak olmazdı. Bir hafta süren ev içi lobi faaliyetlerim sonucunda önce annem dolayısıyla da babamı ikna edip, maç gününü iple çekmeye başlamıştım.

Gündüz oynanacak maç için erkenden uyanıp, öğlen olmadan evden çıkmıştım. İdealtepe’den trene binip istasyonları saymaya başlamış, Feneryolu, Kızıltoprak derken Söğütlüçeşme görünmüştü. Hızlı adımlarla stada yaklaşırken, ne yalan söyleyeyim bir gariplik olduğunun hala farkında değildim. Kabul, bir önceki hafta ezeli rakibe mağlup olan takımı izlemeye otuz bin kişi gelmezdi ama bu kalabalık da çok azdı sanki…

Gişeye iki adım kalmışken, birisi "Delikanlı maç iptal oldu." dedi. Soran gözlerle bakınca suratına, "...Özal öldü evladım, senin haberin yok mu?" diye ekledi.

17 Nisan 1993 günü dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ben yoldayken ölmüş, Başbakan Demirel'in Spor Bakanı Mehmet Ali Yılmaz'a talimatı ve TFF oluruyla tüm maçlar cenaze kaldırılana dek iptal edilmişti. Özal'ın ölümünden ziyade Fenerbahçe'yi izleyememenin hüznü, çocuk aklım ve bükük boynumla evin yolunu tutmuştum.


Dün akşam ise tarihe 23 Ekim Van depremi diye geçecek olan ve istatistik tutanların 39 Erzincan ve 99 Gölcük depremlerinin altına iliştirecekleri milli bir afet yaşandı. Bir değil yüzler öldü. Göçük altında hala hayat mücadelesi veren bir o kadar insan varken, Fenerbahçe ile Samsunspor oyun oynamak için sahaya çıktı.

Program bu kadar sıkışık ve yayıncının haklarını korumak farzken ertelenemezdi elbette. Deprem ülkesiyiz sonuçta, alışığız biz bu kayıplara. Yeter ki ligimizin marka değerine halel gelmesin!

18 Ekim 2011 Salı

Lafım size değil, tatlı su Fenerlileri...

Hep söylenir ya hani... 25 milyon taraftarı var Fenerbahçe'nin. Görelim bakalım aynı saatte iki salonu birden doldurabilecek mi o büyük taraftar.

Kızlar Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı Galatasaray'a kaybettiği gün vermiştim ben kararımı. Metris'te başkanı ziyaret ettikten sonra sözleşmesini uzatan Birsel Vardarlı için, senelerdir bu takımı sırtında taşıyan, "Böyle bir günde Fenerbahçe'yi bırakmam mümkün değil. Bu sezon da şampiyonluğun en büyük adayı biziz." diyen Nevriye Yılmaz için Caferağa'ya koşarak gideceğim yarın akşam.

Caferağa'ya gelenlerin hatırlayacağı şu tezahürat, hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.

Nevriye Yılmaz, Nevriye Yılmaz, herkes yılar, Nevriye Yılmaz.

Fenerbahçe Ülker 20:00Caja Laboral (19 Ekim Çarşamba - Abdi İpkeçi)
Fenerbahçe 20:00 CCC Polkowice (19 Ekim Çarşamba - Caferağa)

4 Ekim 2011 Salı

Aklıma takıldı...

Beşiktaş'ın Gaziantespor karşılaşmasının ileri bir tarihe ertelenmesi isteği üzerine, TFF maç günü bir açıklama metni yayınlayarak bu talebin reddedildiğini açıkladı. Gerekçeleri ise muazzam;
Görülen lüzum üzerine belirtmeliyiz ki, Beşiktaş Jimnastik Kulübü 21 Eylül 2011 tarihinde, Futbol Federasyonu'na 5. haftadaki Gaziantepspor-Beşiktaş A.Ş. karşılaşmasının 3 Ekim Pazartesi tarihinde oynanmasını özellikle talep etmiştir. Gerekli çalışmayı yapan Türkiye Futbol Federasyonu, ilgili maçın BJK'nın isteği doğrultusunda Pazartesi günü (bugün) oynanmasını kararlaştırdı. [1]
İnsan sormadan edemiyor...
  1. Beşiktaş ile kendi sahasında oynayacak olan Gaziantepspor'un konuya ilişkin fikri alındı mı? Bir İstanbul takımını hafta sonu konuk etmek varken, ilk mesai gününü tercih etti ise Gaziantep, nasıl ikna edildi?
  2. TFF, maç takvimini belirlerken spor kulüplerinin özel isteklerini dikkate alabilir mi? Eğer dikkate alabiliyorlarsa, aynı gün yayıncı kuruluşa cevaben yapılan şu açıklamanın manası nedir?
    Bahse konu ihale sonucuna istinaden karşılıklı yapılan sözleşmede, "müsabakaların yayın saatlerinin ve günlerinin birlikte belirleneceği fakat son ve nihai kararın Türkiye Futbol Federasyonu tarafından verileceği" son derece açık ve net bir şekilde belirtilmiştir. [2]
  3. TFF tarafından yapılan aynı açıklamanın son paragrafında şu şekilde bahsi geçen;
    Diğer taraftan, mevcut gelişmeler ışığında yapmış olduğumuz değerlendirmeler, kulüplerimizden gelen talepler ve her gün maç oynanmasının tribün izleyicisi sayısına etkileri nedeniyle maç takviminde yeni bir düzenleme yapılması gereği doğmuştur.[2]
    bu düzenlemeye ihtiyaç olduğu, Fenerbahçe'ye Nba takımları misali 11 günde dört maç yaptırıldıktan sonra mı anlaşıldı?
  4. Siz bizlerle alay mı ediyorsunuz?
[1] http://www.tff.org/default.aspx?pageID=285&ftxtID=13540
[2] http://www.tff.org/default.aspx?pageID=285&ftxtID=13539

26 Eylül 2011 Pazartesi

Canım cicim aşkım

Bu aralar çok çalışıyorum. Yazmaya niyetlenmem iki günümü, planlamam üç günümü, tasarlamam ise bir üç günümü daha alıyor. İşbu gecikmenin sebebi bunlardır.

Takip eden fotoğraf bendeniz tarafından 22 Mayıs akşamı çekilmişti. Işık hızıyla kareden çıkmaya çalışan Fenerbahçesiz siluetlerin ortasında kalmış olan, benim canım cicim aşkım ve şampiyon olmanın haklı gururuyla poz vermiş.

20 Eylül akşamı ise mesaiden erken çıkıp Manisa maçı için yollara düşen kuzumdan, saat 17:43'te şu mesaj geldi; "Bana gönül koyma canım cicim aşkım, Fener'in maçı var.". O an itibarıyla nasıl mutlu olduğumu, yine yeni yeniden aşık olduğumu bilgilerinize sunarım.)

19 Eylül 2011 Pazartesi

Bir taşla iki kuş


Kaderin cilvesi mi yoksa fikstürün azizliği mi bilinmez ancak geçtiğimiz sezon Fenerbahçe'nin peşine takılan Trabzonspor, bu sezon ise Galatasaray'ın ardından geliyor. Bir önceki hafta- Hafta dediysem lafın gelişi; Fenerbahçe için günaşırı, diğer takımlar için ise üç dört günde bir maç var artık play-off güzeli ligimizde.- Galatasaray karşısına çıkan ekipler, takip eden maçta Trabzon'a rakip oluyorlar.

Bu takımlardan biri olan Samsunspor, dün akşam Galatasaray karşısında kendini sınadı. Trabzonspor maçı öncesi oynanan bu 'hazırlık' maçında iyi mücadele eden kırmızı-beyazlı ekip, üçüncü Fatih Terim dönemine İBB karşısında hayal kırıklığıyla başlayan Galatasaray'dan neredeyse puan alacaktı.

Felipe Melo'nun sıra dışı golüyle ilk yarıyı önde bitiren Galatasaray karşısında beraberlik golünü bulan Samsun ekibi, önce kaleci Ahmet Şahin'in hatası ve Elmander'in düzgün vuruşuyla geriye düştü, ardından da Müftüoğlu'nun üstün gayretiyle on kişi kaldı. Ahmet Şahin'in ihraç edilmesiyle sonuçlanan penaltı pozisyonu Galatasaray'ı rahatlatırken, kalecisi ve kaptanı Ahmet Şahin'i bir sonraki maçta Trabzonspor karşısında oynatamayacak olan Samsunspor'u ise sıkınıtya düşürdü.

Şu hep bahsedilen 2000 ruhu, bu sefer bir taşla iki kuş vurmaya niyetlenmiş olabilir mi?

16 Eylül 2011 Cuma

Gel seni kraliçe yapayım

Arşivimi temizlerken karşıma çıkan ve hakkında en ufak bir fikrim olmayan bir haber. Milliyet arşivinde boş boş gezinirken mi karşıma çıktı yoksa bir blogger kardeşimin emeğini mi çalıyorum belirsiz. Cüneyt Özdemir'in yayılmasına vesile olduğu gazetecilik düsturu '5n 1k' ya verebilecek ise Sudanlı spor gazetecisinin malın gözü olduğu yorumum dışında bir tanecik cevabım var. Dansöz Efruz. O da Radikal'den Gökhan Akçura'nın yardımıyla...

Ekran dansözleri çıktı cihana

Dansözler tarihinde önemli bir sayfa da televizyon ekranında yazılır. O güne kadar bırakın dansözleri, arabesk müziği bile kolay kolay ekrana getirmeyen TRT, ne hikmetse tam da 12 Eylül’ün hemen sonrasında insafa gelir. Terbiyeli ve ‘estetik’ dansözümüz Nesrin Topkapı, 1980’i 1981’e bağlayan gece, saat 00.05’te ekrana çıkıp beş dakika dans eder. Bunu takip eden yılbaşı Topkapı’nın dansı yedi dakikaya çıkar. Üçüncü yıl ise 10 dakikaya! Gitgide alışırız bu seyirliğe... Nesrin Topkapı da artık “ekran dansözü” olarak anılmaktadır. Dördüncü yıl, yani 1983’ü 84’e bağlayan yılbaşı gecesi, TRT’nin hovardalık yapacağı tutar. Önce sekiz dansözün yılbaşı programında yer alacağı açıklanır. Hazırlıklar sürerken bu dansözlerden ikisi “sakıncalı” bulunarak listeden çıkarılır. Kalan altı dansöz Nesrin Topkapı, Prenses Banu, Seher Şeniz, Tülay Karaca, Firuze Sultan ve Efruz olarak sıralanmaktadır. Lakin, Nesrin Topkapı “Bu yıl da, ya ben tek başıma çıkarım, ya da hiç çıkmam,” deyiverince ortalık karışır. Son karar genel müdür Macit Akman’a kalmıştır. 31 Aralık’ta programın gidişatı gazetelerde şöyle duyurulur: “Yılbaşı programında yeni yıl iyi dilek mesajını Zeki Müren okuyacak; Firuze Sultan, Efruz ve Prenses Banu oryantal danslarıyla programa katılacaktır.” Bir yıl sonra yani 1984’te ise iki dansöz kalmıştır yılbaşı ekranında: Prenses Banu ve Hülya Işıl. Bu dansözler gazetelere verdikleri beyanatta “Yılbaşı göbeğini birlikte atalım” diye buyururlar. [1]
Spor yazarı Omar Appitim, dansöz Efruz'a "Senin gibi süt beyazı kadınlar Sudan'da kraliçe olur. Gel seni götüreyim." diye konuştu.


Ay ve yıldız

TFF Sportif Ekipman ve Reklam Talimatı'nın bir maddesi şöyle der:

MADDE 13 – AY-YILDIZLI AMBLEM
(1) En üst profesyonel ligde sampiyon olan kulüp ve Türkiye Kupasını kazanan kulübün, takip eden sezonun sonuna kadar tüm resmi müsabakalarında formalarının sol üst köşesinde ay-yıldız amblemi, sağ üst köşesinde kulüp logosunu taşımaları zorunludur. [1]
Inter-Trabzonspor maçı

Beşiktaş-Maccabi Tel Aviv maçı

Fenerbahçe-Orduspor maçı
Bunca hukuksuzluk ve haksızlığın ortasında, benim de takıldığım şeye bak. Hiç işim gücüm yok mu nedir?!

[1] http://www.tff.org/Resources/TFF/Documents/2009DK/TFF/tlmt05-09/Sportif_Ekipman_ve_Reklam_Talimati-05-09-09.pdf

13 Eylül 2011 Salı

Eurobasket 2011

İkinci tur maçları başlamadan keşke yayımlayabilseydim ama henüz ikinci gün diye başlayan ve orada kalan, 6 Eylül tarihli bir taslağım var idi.
İşbu yazı, geç olsun güç olmasın düsturuna ve okuyacak olanların iyi niyetine sığınılarak tamamlanan o taslaktır.
2. Tur Grupları ve Maç Programı
İkinci tur grup maçları başlarken, Fransa ve Almanya'dan en azından birini mağlup ederek ilk sekize kalacağımızı düşünüyordum. Takımın akıllara zarar halleri vardı ancak hep böyle gidecek değildi ya...

Polonya maçının ilk yarısının sonunda Orhun Ene İzzet'i oyuna aldı. Polonya'nın 5 bilemedin 10 saniyelik bir hücum hakkı vardı ve henüz faul hakkımız dolmamıştı. Faul yapsın diye oyuna alındığını sandığım İzzet, Berisha'nın turnikesine nezaret etti. Gençtir dedik laf söz etmedik.
Aynı maçın sonunda ise bu sefer son top bizde ve bir sayı gerideydik. Yine mola alındı, sözüm ona hücum seti çizildi. 2001'de ev sahipliğini yaptığımız ve final oynadığımız turvaya şimdiki hocası Orhun Ene'nin ardında başlayıp, Ene'nin sakatlığıyla beraber takımın bir numaralı oyun kurucusu olan Kerem Tunçeri 12 saniye kala topu eline aldı. Perde için dışarı gelen Enes içeri devrildi ve Lehler savunmada adam değiştirmek zorunda kaldı. Enes, yarısı kadar bir çocuğu sırtına alıp en kötü ihtimalle faul çizgisine gitmeyi cebine koymuşken top bir türlü ona geçmedi. Kerem kaldırdı attı.

Britanya'nın kıyağı ve İspanya piyangosu ile ikinci tura çıktık. İkinci tur ilk maçında rakip namağlup Fransa idi. Kötü başladığımız maçı, iyi savunma yaparak son topa getirdik ve yine olmaz olası o molayı almak zorunda kaldık. 5 saniye kala kenardan top çıkarmamız gerekiyordu ve top bir önceki atışı isabetli kullanan Emir'in elindeydi. Son şutu kullanmayı beklerken top eline verilince, o da şaşırmış olmalı ki oyuna dahi sokamadı topu.

Bir sonraki rakip Almanya, bir başka deyişle Nowitzki idi. Bizim asıl rakibimiz ise serbest atış çizgisi oldu. 2009 Polonya'da sadece Ömer Aşık atamazken (bkn: Beleş atış)çizgiden, bu turnuvada bütün takım atmamaya karar vermişti. Almanya'ya karşı %45 ile serbest atış atarken, rakip ise %92 ile kullandı. Yeri gelmişken söylemek de yarar var; 2009 Polonya ile karşılaştırıldığı vakit Ömer Aşık'ın faul yüzdesi neredeyse %25 artmış.

Son şansımız olan Sırbistan karşısında genel beklentinin aksine iyi mücadele etti milli takım. Savunmasıyla oyuna ortak oldu ama manasız hatalar ve düşük faul yüzdesi omuzlara bir kez daha yük oldu. Periyotların birinin sonunda, Kerem Tunçeri faul hakkımız dolmamışken faul yapmayı akıl edemedi de Allah'tan adam sokamadı. Bir başka pozisyonda ise faul hakkımız dolmuş ve rakibin hücum süresinin sonlanmasına bir saniye kalmışken, Hidayet top süren adama faul yaptı?
Son toptan önceki iki topu Ender Arslan kullandı. İkisinde de rakibini kolayca geçip potaya gitti ve başarılı oldu. Madem başarılı oldu, son topu kenardan onun çıkarması gerekiyordu ve öyle oldu. Kimse kendini göstermeyince, Enes'in elinde kaldı top. O da kaldırdı attı. Aynı Kerem gibi...